Ok ve Yayın Türk Devlet Geleneği ve Hakimiyet Anlayışındaki Yeri (Erkan Göksu)
Ok ve Yayın Türk Devlet Geleneği ve Hakimiyet Anlayışındaki YeriErkan Göksu - 14 Nisan 2009 Salı
Özet: Ok ve yay,
Türkler için bir savunma veya saldırı aracı olmasının yanında kültürel
bakımdan da büyük öneme sahip olmuştur. Genel olarak güç, kuvvet ve
kudreti temsil eden ok ve yayın, devlet ve hâkimiyet anlayışı içerisinde
özel bir yeri olup, yay metbuluk, ok ise tâbilik alameti olarak kabul
edilmiştir. Bazı Türk devletlerinde ise devlet sembolü olarak ok ve
yayın kullanıldığı görülmektedir.
Anahtar kelimeler: Ok, yay, Türk hâkimiyet anlayışı, hâkimiyet
alâmetleri
|
|
Place of Arrow and
Bow in Turkish Thought of Sovereignty
Abstract: For the
Turks, besides being tools of defense or attack, arrow and bow they
are also very important with respect to the culture. In general they
symbolize force, power and strenght and have a special place in
state and thought of sovereignty as bow was accepted as a mark of
lordship and arrow for vassalage. Some Turkish states used arrow and
bow as an statal symbol
Key Words: Arrow, Bow, Turkish Thought of Sovereignty, Symbols
of Sovereignty
|
*Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü/KIRIKKALE |
|
* Kırıkkale University, Faculty of Science
and Letters, Department of History/KIRIKKALE |
Giriş
Ok ve yay, bu silahları kullanma konusunda büyük şöhrete
sahip olan ve muasır kaynaklar tarafından "okçu millet"1 olarak vasıflandırılan
Türkler için büyük önem arz etmektedir. Türkler bu silahları bir savaş araç-gereci
olmasının ötesinde, önemli bir kültür öğesi olarak kabul etmişler, bu silahlar
etrafında birtakım teamüller oluşturarak siyasî ve hukukî sembol olarak kullanmışlardır.2
Ok ve yay etrafında gelişen ve Türk tarihi araştırmaları
bakımından oldukça önemli olan bu teamüllerin en önemli örneklerine Türk devlet
geleneği ve hâkimiyet anlayışında tesadüf edilir (Turan, 1945: 306). Hun çağından
itibaren görülen bu geleneğin en açık ifadesine, Türk düşüncesinin mitolojik
temellerini bulduğumuz Oğuz Kağan Destan'ında rastlanır. Bu destanda Oğuz Kağan,
Türklerin kabile teşkilatında en önemli rolü oynayan "orun" yani siyasî ve içtimaî
mevki meselesini muayyen bir kalıba oturtmuş (İnan, 1998: 241) ve "yay"ı metbûluk,
"ok"u ise tâbilik sembolü olarak belirlemiştir. Oğuz Kağan Destanında belirlenen
bu esaslar, özellikle Oğuz boyları tarafından değişmez bir kaide olarak kabul
edildiği gibi, Türk düşünce dünyasında ok ve yaya "kutsallık derecesine varan"
bir değer de kazandırmıştır. Oğuz Kağan tarafından belirlenen orun ve hâkimiyet
esasları, tarih boyunca varlık gösteren -başta Oğuzlar olmak üzere- bütün Türk
şubelerine etki etmiştir (N. Paşayev-V. Paşayeva, 2002: 354).
Oğuz Kağan Destanında ok ve yayı Türk hâkimiyet anlayışının vazgeçilmez unsuru
haline getiren kayıtlar şu şekildedir:
"Ondan (331) sonra sabah olunca büyük ve küçük
oğullarını çağırttı ve: "Benim (333) gönlüm avlanmak istiyor, ihtiyar olduğum
için (334) benim artık cesaretim yoktur: Kün, Ay ve Yultuz, doğu tarafına
sizler gidin: (336) Kök, Tağ ve Tengiz, sizler de batı tarafına gidin" dedi.
Ondan sonra üçü (338) doğu tarafla, üçü de batı tarafına gittiler. Kün,
Ay (340) ve Yultuz çok av ve çok kuş, avladıktan sonra, yolda bir altın
yay (342) buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler.
(343) Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe boldü ve: "Ey büyük (345) (oğullarım),
yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın" dedi. (349) Kök, Tağ
ve Tengiz çok av ve çok kuş avladıktan (349) sonra, yolda üç gümüş ok buldular;
aldılar ve babalarına verdiler.
(351) Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları (352) üçe üleştirdi ve: "Ey küçük
(oğullarım), oklar sizlerin olsun, (354) Yay oku attı: sizler de ok gibi
olun" dedi.
Ondan (356) sonra Oğuz Kağan büyük kurultay topladı. Maiyetini ve halkını
(358) çağırttı, Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh,
... (360) ... sağ yanına (361) kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın tavuk
koydu: altına (363) bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi
(365) Üstüne bir gümüş tavuk koydu: dibine bir kara koyun bağladı. (367)
Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç-Oklar oturdu, (369) Kırk gün, kırk
gece yediler. (370) İçtiler sevindiler. Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu
üleştirip verdi... (Bang-Rahmeti, 1936: 30-33)
Reşîdü'd-dîn ise ise Oğuz Han'ın altın yayı ve okları paylaştırdıktan sonra
geçen olayları şu şekilde anlatmaktadır:
"Biz hepimiz bir soydanız" deyip orduda da
kendi yerini ve rütbesini bilsinler. Bunlar da şöyle kararlaştırdı: yay
verdiklerinin yeri daha üstte olsun ve orduda sağ kolu teşkil etsinler.
Kendilerine ok verdiklerinin yeri daha altta olup sol kolu teşkil etsinler.
Zira yay padişah gibi hükmeder; ok ise ona tâbi bir elçidir. Onların yurdunu
da buna benzer şekilde ayırıp tayin etti. Bu toyda herkesin önünde sözünü
bu şekilde tamamlayıp buyurdu ki; "Ben öldükten sonra yerim tahtım ve yurt,
eğer Kün o zaman sağ ise onundur." (Reşîdü'd-dîn, 1372: 37; Togan, 1971:
48).
Görüldüğü gibi Oğuz Han, Bozokların "orun" (siyasî ve içtimaî
mevki) bakımından üstün olup "sağ kolu", Üç-okların ise Bozokların altında bulunup
"sol kol"u teşkil edeceklerini3, çünkü "yay"ın hükümdar, okun ise
ona tâbi elçi mesabesinde bulunduğunu söyleyerek Bozokların hâkim kol, Üç-okların
ise tâbi kol olduğuna işaret etmiş ve Bozoklardan olan en büyük oğlu Gün Han'ın
kendisinin halefi veya veliahdı olduğunu vurgulamıştır (Sümer, 1959: 362; Ögel,
2003: I, 206). Destanda bahsi geçen yayın, hakanlara mahsus bir alâmet olarak
kabul edilen altından mamul olması da dikkat çekicidir (Ögel 2003: I, 211 n;
Giraud, 1999: 129).4
Oğuz Han Destanı'nın "Şecere-i Terâkime"deki varyantında da altın yay ile
üç okun, Oğuz Han'ın bir beyi tarafından saklandığı görülmektedir. Buna göre:
"Oğuz Han Şam vilayetinde iken gizlice bir
maiyetinin eline bir altın yay ve üç ok verdi ve dedi:
- Yayı gün doğusunda bir çölde insan ayağı ulaşmaz yerde toprağa gömüp,
bir ucunu çıkarıp bırak ve okları gün batısı tarafına götürüp, yayı nasıl
koyarsan onu da öyle koy, dedi.
O adam emre göre hareket edip geldi.
Bu vakıadan bir yıl geçtikten sonra üç büyük oğlu Kün (Gün), Ay ve Yulduz
(Yıldız)'ı çağırıp dedi:
- Yabancı ülkeye gelmişim, işim çok, av avlamağa elim değmiyor, gün doğusu
tarafında filan çölün avı çokmuş diye işittim, kendi maiyetlerinizle oraya
gidip, av avlayıp geliniz, dedi.
Ondan sonra üç küçük oğlu Kök (Gök), Tağ (Dağ) ve Tingiz (Deniz), bu üçünü
çağırıp ağabeylerine söylediği sözü söyleyip gün batısı tarafına gönderdi.
Bir nice günden sonra üç büyük oğlu bir altın yay ile pek çok avı han huzuruna
getirdiler. Üç küçük oğlu da üç altın ok ile pek çok av getirdiler. O avın
etlerine çok etler ve türlü yemekler ilave edip, halkı davet edip, yayın
ve okun bulunduğunu müjdeleyip, kendilerine geri verdi.
Üç büyük oğlu yayı kırıp bölüştüler. Üç küçük oğlu, her birisi bir ok aldılar.
Aldığı vilayetlerde çok yıllar kalıp düşmanlarını yok edip, dostlarını
ağırlayıp, başı Sayram, ayağı Mısır'a kadar aldığı vilayetlerin hepsine
idareciler koyup, dönüp kendi yurduna indi.
Oğuz Han'ın yurduna gelip ziyafet tertip ettiğinin zikri:
- Oğullarım ve halkım ile sağ ve esen varıp geldim, deyip, büyük ziyafet
hazırlığı yapıp, bir otağ yaptırdı. Bütün ağaçlarının dışına altın kapladı.
Lâl ve yakut ve zümrüt ve firuze ve inci ile süsledi. Bu beyti o evin vasfında
söylemişlerdir:
Bir ev yaptı altından o şehriyâr,
Ki o ev felek evinden kıldı âr.
Dokuz bin koyun ve dokuz yüz sığır (veya at) kestirdi. Derisinden doksan
dokuz havuz yaptırdı. Dokuzuna rakı ve doksanına kımız doldurttu. Bütün
maiyetini çağırıp getirtti. O altı oğluna çok nasihatler söyleyip ve beyler
öğretip, yurtlar ve şehirler ve iller ve nimetler verdi. Bu beyitleri onun
vasfında söylemişlerdir:
Oğuz kıldı o ziyafette zevk ü sefa
Bu altı oğula ihsanlar kıldı
Bunlar göstermişlerdi yiğitlikler
Baba ile her türlü bilgili işler
Babaya onlar sonra kıldılar yarlık
Savaş günlerinde hepsi de varlık.
Ondan sonra bütün maiyettekilerin attığı ve vurduğu ve kıldığı hizmetlerine
layık şehirler ve serhadlar ve kentler ve ihsanlar verdi.
Sonra oğullarına dedi:
- Siz üç büyüğünüz, altın yayı bulup getirdiniz ve onu bozup üleştirdiniz.
Sizin adınız Bozok (Bozuk) olsun. Sizlerden olan oğullara da ta kıyamete
kadar Bozok desinler. Üç ok getiren üç küçük oğula ve onlardan olanlara
bugünden ta dünya son buluncaya kadar Üçok desinler. Yay ve oku ki bulup
getirdiniz, o iş insandan olmadı ve Tanrı'dan oldu. Bizden evvel geçen
halklar yayı padişah yerinde bilmişlerdir, oku elçi yerinde. Onun için ki
yay oku hangi tarafa çekip gönderse, ok oraya gider. Şimdi ben öldükten
sonra Kün Han benim tahtıma otursun. Ondan sonra Bozok neslinden her kim
kabiliyetli ise, halk onu padişah kılsın. Dünya sona erinceye kadar Bozok'un
bir iyisi padişah olsun. Başkaları sağda otursunlar. Üçok'lar sol olsunlar,
evin sol tarafında otursunlar ve dünya son buluncaya kadar maiyetliğe razı
olsunlar, diye söyledi. Ve yüz on altı yıl padişahlık kılıp Hakkın rahmetine
vardı." (Ebu'l-Gazi Bahadır Han, (ty): 39-42; Ögel, 2003: I, 205-206)
Bahaeddin Ögel'in söylediği gibi Oğuz Han'ın altın yay ile
üç oku bizzat kendisinin saklatıp, daha sonra oğullarının bulmasına dair rivayet,
başka bir Oğuz-name'de görülmez. Bunun yanında Oğuz Han'ın yay ve okları bulan
oğullarına "bu bir kul işi değil; Tanrı işidir" demesi dikkat çekicidir. Ayrıca
yay ve okların, uçları dışarıda kalacak şekilde toprağa gömülmüş olmasına, Orta
Asya Mitolojisi'nde de tesadüf edilmektedir ki, sadece yay ve okun değil, kılıcın
da sivri kısmını dışarıda bırakmak suretiyle toprağa gömme âdeti, İskitlerden
beri muhtelif Türk topluluklarında görülen bir ananedir. Attila'nın kılıcıyla
ilgili efsane de ilhamını bu eski ananeden almaktadır. Efsaneye göre Attila,
yere gömülü altın kılıcın kendisi tarafından bulunmuş olmasını, dünya hâkimiyetinin
kendisine Allah tarafından bahşedildiğine dair bir işaret saymıştır. Dolayısıyla
uçları açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş olan yay ve okların, Oğuz Han'ın
oğulları tarafından bulunması ve unvan ve rütbelerinin bunlara göre belirlenmesi,
eski bir Türk ananesinin tezahüründen başka bir şey değildir (Ögel, 2003: I,
207).
1- Tâbiiyet ve Davet Sembolü Olarak Ok
Oğuz Han Destanı'nda ok ve yay etrafında gelişen bu ananenin,
bütün Türk şubelerine yayıldığını gösteren birçok tarihî kayda rastlamak mümkündür.
Bu konudaki ilk kayıt, Göktürk çağına aittir.5 Bu dönemde Çin kaynaklarının
Göktürkleri oklara göre birtakım zümrelere (oklara) ayırdıkları görülmektedir.
634 yılına ait kayıt şu şekildedir: "Aniden onun (İşbara'nın) ülkesi on boya
bölündü. Her boy bir kişi tarafından idare ediliyordu. Unvanları "on şad"idi.
Her şad'a bir ok sunuldu. Bu sebeple isimlerine on ok dendi. Aynı zamanda on
ok sağ ve sol olmak üzere iki yan gruba ayrıldı. Bir tarafa beş ok yerleştirildi.
Onun sol tarafındaki gruba beş Tuo-lu (liu) boyu dendi ki beş büyük çorluk halinde
tesis edilmişler, bir çor bir ok idare ediyordu. Onun sağ tarafındaki grubun
unvanı beş Nu-shih-pi idi ve beş büyük erkinlik şeklinde tesis edilmişlerdi.
Bir erkin bir ok idare ediyordu. Hepsinin tek unvanı On Ok idi. Bundan sonra
bir ok bir boy olarak kendini ilan etti. Büyük okun başı büyük başbuğ oldu.
Beş Tuo-lu boyu Sui-ye'nin doğusunda beş Nu-shih-pi boyu Sui-ye'nin (Tokmak)
batısında ikamet ederdi. Kendilerine on kabile boyu unvanını verdiler." (Taşağıl,
1999: I, 93)
Muhtemelen ok ve yayın Türk devlet geleneği içerisindeki
yerini bilen Çin kaynakları, okun tâbilik anlamına geldiğinden hareketle her
bir okun bir kabileye işaret ettiğinden bahsetmektedirler. Çin kayıtlarına göre
Doğudaki Göktürk Kağanlarına tâbi bulunan batıdaki on boyun veya Osman Turan'ın
ifadesiyle "on idarî kısmın" liderlerine (şad, çur, sagun/sekin), Göktürk Kağanı
tarafından birer ok gönderilmiş ve bu yüzden onlara "On-ok" kavmi denilmiştir.
On-ok kavmi (budunu) ifadesi Orhun Abidelerinde de geçer ki6 Çin
kaynaklarındaki bu ifadelerin, kitabelerdeki kayıtların Çinceye tercümesinden
ibaret olması muhtemeldir (Turan, 1945: 306-307).
Thomsen, Orhun Abidelerindeki "İdi oksız" tabirini izah ederken,
buradaki ok (oq) kelimesinin nasıl açıklanacağı konusundaki tereddüdünü dile
getirmiş ve "acaba hükümdarsız gibi bir şey olabilir mi?" ihtimali üzerinde
durmuştur. Bununla beraber aynı araştırmacı, Deguignes ve Radloff'un bu konudaki
açıklamalarına atıfta bulunarak "okun kabilelerin tasnifi üzerindeki rolü"ne
dikkat çekmeyi de ihmal etmemiştir (Thomsen, 2002: 208). Ancak ne Thomsen ne
de Radloff, On-ok tabiri ile kabile tasnifi arasında bir bağ kurabilmişlerdir.
Her iki araştırmacı da kitabelerdeki On-ok adını bir sıfat sanıp "itaatli, sadık,
sevgili" manasına gelen bir kelime olarak tercüme etmişler ve "o" ve "u" sesleri
arasındaki benzerlikten hareketle "On-ok"u, "Unuk" şeklinde okumuşlardır. Thomsen,
daha sonraları hatasının farkına vararak sözkonusu kelimenin bir sıfat değil,
on Türk kabilesini ifade etmek üzere kullanılan bir isim olduğunu, dolayısıyla
"Unuk" değil "On-ok" şeklinde okunmasının gerektiğini kabul ederek Radloff ve
kendisi tarafından yapılan yanlışı düzeltmiştir (Turan, 1945: 307). Gabain de
ok kelimesini "kabile teşkilatında küçük bir birlik", On-ok'u ise "on kabile
yani Batı Türkleri" olarak tercüme etmiştir (Gabain, 2003: 288).
Okun tâbiiyet özelliğinden kaynaklanan bir diğer vasfı da
"davet" sembolü olarak kullanılmasıdır. İlk devirlerden günümüze kadar herhangi
bir değişikliğe uğramadan kullanılan "ok" kelimesinin, eski Türkçedeki
"çağırmak, davet etmek" anlamındaki "okı(mak)" fiiliyle ilişkisi (Kaşgarlı, 1988: I/197,
186, 203; II/333; III/254.; Gabain, 2003: 288), okun bir davet sembolü olarak
kullanılışının en bariz bir delilini teşkil etmektedir (Turan, 1945: 312-313).
Şu halde Göktürk Kağanının her kabile başbuğuna yahut her idarî makama bir ok
göndermesi, bu liderlerin hükümdarın tâbileri olduğunu gösterdiği gibi, tâbiliğin
siyasî ve hukukî gereği olarak, bir sefer veya herhangi bir toplantı için kendilerini
davet ettikleri anlamına da gelmektedir. Bu davet karşısında idareleri altındaki
kuvvetleri toplayan boy liderleri, hükümdarın istediği yere gitmek zorundadırlar.
Nitekim kitabelerde Bilge Kağan'ın Beş-balık seferinden (714) bahsedildiği sırada
geçen "Okığlı kelti. Biş balık anı üçün ozdı"7 ifadesinden, ok gönderilen
boyların (veya kuvvetlerin) geldiği, dolayısıyla şehrin kurtulduğu anlaşılmaktadır
(Turan, 1945: 308; Karş. Gömeç, 1997: 71n, 72).
Okun davet sembolü olarak kullanılmasının, yukarıda bahsettiğimiz
yay ile ok arasındaki ilişkiden, diğer bir ifade ile metbû-tâbi arasındaki münasebetin
doğurduğu hukuktan kaynaklandığı görülmektedir.8 Bu konuda birçok
örneklere rastlanır. Sözgelimi Çin'de kurulan To-pa (Tabgaç) Devletinin hükümdarı
Mo-ti'nin, devlet büyüklerine ok vererek nasihatlerde bulunduğu bilinmektedir.
Uygurların ceddi olan Kao-kiu'lerin reisi de To-pa Devletine iki okla birlikte
hediyeler göndermiştir ki bu olayı Kao-kiu reisinin o tarihlerde (491) zayıf
düşen To-pa'lar karşısında kendini üstün telakki ettiği şeklinde yorumlamak
mümkündür (Turan, 1945: 309).
Osman Turan'ın naklettiğine göre Türk Hakanı, yabgulara (melik)
ve beylere bir haber yazmak istediği zaman vezirini çağırır ve okunu yarmasını
ve üzerine nakışlar yapmasını emreder. Türk büyükleri az işaretle çok manayı
anlarlar. Savaş, barış ve anlaşmalarda bu yazılı oku kullanır ve gereğini yaparlar.
Turan, oklar üzerine yapılan nakışlardan kastın, Orhun yazıları olduğu görüşündedir.9
Şu halde bir davet sembolü olarak hükümdar tarafından melik veya beylere gönderilen
oklarla ilgili bir başka özellik daha ortaya çıkmaktadır. Bu da yine belli bir
mesaj ve haber anlamı taşıyan yazılı oklardır.
Türklerin oku bir tâbiiyet ve davet sembolü olarak kullanmalarına
ilişkin uygulamalara Müslüman Türk devletlerinde de tesadüf edilir. Bu konudaki
ilk örnek, Karahanlılar dönemine aittir. Karahanlı hükümdarı İlig Han, Samanîler
ülkesini bölüşmek için Sultan Mahmud'a yaptığı teklife ret cevabı alınca, onunla
savaşmak üzere topladığı ordusunu, idaresi altındaki kabilelere oklar göndererek
oluşturmuştur (Turan, 1945: 309).
Selçuklular döneminde ise Arslan Yabgu ile Gazneli Sultan
Mahmud arasında geçen bir diyalog dikkat çekicidir. Sultan Mahmud, kendisiyle
görüşme yapmak üzere huzuruna gelen Arslan Yabgu şerefine bir ziyafet düzenler.
Ziyafet esnasında Arslan Yabgu'nun gücünü sınamak üzere "Askere ihtiyacım olursa
bana ne kadar yardım yapabilirsiniz" diye sorar. Silahdârından bir yay alan
Arslan Yabgu, içkinin ve gençliğin verdiği gururla "Bu yayı kendi kabileme gönderirsem,
30.000 kişi derhal atlanırlar" der. Sultan Mahmud, "Daha fazlasına ihtiyacım
olursa?" diye tekrar sorar. Arslan Yabgu bu defa sadağından aldığı bir oku Sultan'a
göstererek "Bu oku kabileme gönderdiğim 10.000 kişi daha gelir" der. Sultan
aynı soruyu birkaç kez tekrarlar. Arslan Yabgu bir yay ve üç ok ile 100.000
atlı celb edebileceğini taahhüt eder. Sultan Mahmud'un son defa "Daha fazlasını
istersem?" diye sorması üzerine ise önce "Şu oklardan birini Balhan'a gönder
100.000 atlı daha gelir. Bu oku Türkistan'a gönder 200.000 atlı da istesen gelir"
der. "Bir yay üç okla maaşsız ve ücretsiz bu kadar orduyu emre amade edebilen
bir kimsenin işini hor görmemeli" diyen Sultan Mahmud, yakınlarıyla görüş alışverişinde
bulunduktan sonra Arslan Yabgu ve maiyetini tutuklatarak Kalencer kalesine hapsedilmelerini
emreder.10
Bu olayda Arslan Yabgu'nun belirttiği sayının abartılı olduğu
şüphesizdir (Köymen, 2000: 85-91). Ancak kaydın asıl önemi, okun davet sembolü
olarak kullanılmasıyla ilgili çarpıcı bir örnek teşkil etmesidir. Selçuklular
dönemine ait başka bir kayıtta da Sultan Sencer'in kendisine karşı isyan eden
Hârezmşâh Atsız'a bir ok (sehm) göndermek suretiyle onu itaat ve tâbiiyete davet
ettiği görülmektedir (er-Râvendî, 1333: 174).11
Artuklu hükümdarı Sokman oğlu Dâvud'un da Türkmen kabilelerinin
reislerine ok göndererek onları emrettiği yerde topladığı bilinmektedir. İbnü'l-Esîr'in
kaydına göre Dâvud, Türkmenler arasında öyle bir nüfuz ve şöhrete sahiptir ki,
onun bir oku onların (Türkmenlerin) obalarına gittiği zaman kadın-erkek herkes
bu işaretin gelişini ilâhî bir takdis sayar, bütün Oğuz boyları yardımına koşarak
derhal 20.000 savaşçı toplanırdı (İbnü'l-Esîr, 1963: 38-39; Turan, 2002: 189).
Celâlü'd-dîn Hârezmşâh'ın da sefer kararı alınca ordusunun
ileri gelenlerine kırmızı (kızıl) oklar gönderdiği, bu okları alan emîr, han
vs. nin maiyetindeki kuvvetlerle derhal Sultan'a katıldıkları görülmektedir
(en-Nesevî, 1934: 131; Taneri, 1977: 130; Taneri, 1993: 160.; Turan, 2002: 371.;
Turan, 1945: 310). Celâlü'd-dîn Hârezmşâh, Yassıçemen Savaşında mağlup olduktan
sonra da Moğollara karşı ordusunu toplamak üzere emîrlerine -ictima alâmeti
olarak- kırmızı (kızıl) oklar göndermiş, ancak toplanmaya vakit bulamadan Moğol
akınları başlamıştır (en-Nesevî, 1934: 140.
Burada dikkat çeken kırmızı renkli oklar üzerinde de durmak
gerekir. Esasen okun niteliği ve rolü bakımından sahibi ile sıkı ilişkiler içinde
bulunan bir nesne olduğu kuşkusuzdur. Jean-Paul Roux'un da belirttiği gibi ok,
sahibi için öldürür. Öldürme olayının sorumluluğu, okun öldürenin işaretini
taşımasını manen gerekli kıldığı gibi, öldüren nesnenin kime ait olduğunun bilinmesini
de maddeten zorunlu kılar. Dolayısıyla okun kime veya hangi boy veya aşirete
ait olduğunu veya taşıdığı anlamı, verdiği mesajı belirten kertikli, boyalı
veya ucuna tüy takılmış; badem goncaları, boynuz, ardıç veya altınla süslenmiş,
hatta İranlılarda olduğu gibi, üzerine kahramanların ismi veya daha önce de
belirttiğimiz türlü mesajların kazılı olduğu oklara Hunlardan itibaren rastlanır
(Roux, 1994: 70).
İşte Celâlü'd-dîn Hârezmşâh'ın kırmızı oklarının da bu tür
bir anlam veya mesajı olduğu tahmin edilebilir. Bu konuda akla ilk gelen, kırmızı
rengin, Türk hâkimiyet telakkisiyle bağlantısıdır. Nitekim Orta Çağ Türk İslam
devletlerinde bayrak, tuğ, çetr, hilat, otağ ve çizme gibi hâkimiyet alâmetlerinde
rengin büyük önemi olduğu bilinmektedir. Bu konuya ilk defa dikkat çeken Fuat
Köprülü, Abbasîlerin siyah rengi şiar edindikleri, onların ruhanî hâkimiyetini
kabul eden sair Sünni devletlerin de bu renge ehemmiyet verdiklerini ortaya
koymuştur (Barthold- Köprülü, 1977: 174; Köprülü, 1992: 405 vd.; Ögel, 1991:
VI, 34-38). Bununla beraber farklı renkleri kullanan Türk İslam devletlerinin
olduğu bilinmektedir. Özellikle kırmızı renk, İslamiyet öncesi Türk devletlerinden
gelen bir gelenek olarak Selçuklu12, Karahanlı (Genç, 2002: 93-95)
gibi Türk devletlerinin muhtelif hâkimiyet alâmetlerinde dikkat çeker (Köprülü,
1992: 407-408; Uzunçarşılı, 1988: 29-30). Dolayısıyla kırmızı rengin hâkimiyet
telakkisiyle ile bir bağlantısı olduğu, en azından Türk devletleri arasında,
siyah rengin hâkim rolüne rağmen eski bir gelenek olarak yaşatıldığı söylenebilir.
Bu durumda "devlet rengi" olarak siyahı benimseyen Hârezmşâh Sultanının (Köprülü,
1992: 409; Taneri, 1993: 107), tâbi emîrlere gönderdiği kırmızı oklarda da bu
eski geleneğin izleri olması muhtemeldir. Ancak bu kırmızı okların, konuyla
ilgili tek örnek olması ilginçtir. Nitekim incelediğimiz kaynaklarda ok renkleri
ve anlamlarıyla ilgili başka bir kayda rastlanmamaktadır.13
1243 tarihli Kösedağ Savaşı'ndan sonra Moğol vesayeti altına
giren Türkiye Selçuklu sultanlarına da metbû hükümdar durumunda bulunan Moğol
Kağanı tarafından ok gönderildiğine dair kayıtlar mevcuttur. İbn Bîbî'nin ifadesine
göre Sain Han'a (Batu Han) elçi olarak gönderilen Şemsü'd-dîn Isfahanî ve beraberindeki
heyet, Han'ın kendi komutanlarını kıskandıran ve herkesi imrendiren bir şekilde
kabul görmüşler ve Batu Han onlarla beraber "cömertliğini göstermek, sevindirip
rahatlamak için Sultan (II. Gıyâsü'd-dîn Keyhüsrev)'a padişahlık nişaneleri
olan ok, yay, kılıç, mızrak, kaftan, murassa külah ve yarlığ" göndermiştir (İbn
Bîbî, 1956: 542; 1996: II, 84). Aynı şekilde Sultan II. İzzü'd-dîn Keykâvus
tarafından gönderilen Tuğracı Şemsü'd-dîn Mahmud ve beraberindeki heyet de Batu
Han tarafından Sultan'a gönderilen olan sair hediyelerle birlikte ok ve yay
da getirmişlerdir.14
Bu iki olayı değerlendiren Osman Turan, Türkiye Selçuklularının
İlhanlı Devleti'nin kurulmasından önce Altın-orduya (Cuci Ulusu) bağlı olduklarına
dikkat çekmekte ve Batu Han'ın, II. İzzü'd-dîn Keykâvus'a ok göndermekle, tâbi
bir hükümdara yapıla gelen ananevi bir âdete riayet ettiği söylemektedir.15
Aynı yazar Batu Han'ın ok göndermekle sadece Sultan'ın kendisine tâbi olduğunu
gösteren hukukî bir kaideyi mi yerine getirdiği, yoksa bunu yaparken aynı zamanda
Sultan'ı davet mi ettiği konusunda ise şunları söylemektedir: "...bu vakayı nakleden
İbn Bîbî, Mahmud Tuğrayî'nin böyle bir teklif getirdiğini ve yanında Moğol elçilerinin
bulunduğunu zikretmez ise de, bu sıralarda Han'dan elçiler gelerek Sultan'ı
huzuruna çağırdığını yazar.16 Bundan, ok göndermekle böyle bir davetin
yapılmış olması ihtimali meydana çıkar." (Turan, 1945: 311)
Memlûk Sultanı Baybars'ın da Anadolu İlhanlı kumandanı Samagar
Noyan'ın elçilerini kabul ettikten sonra bu elçiler ile Abaka'ya bir zırh, Samagar'a
ise bir ok gönderdiği bilinmektedir. Osman Turan, Baybars'ın oku kendine eşit
bir hükümdar olan Abaka'ya değil de kendinden düşük bir mevkide olan, fakat
kendisine tâbi olmayan Samagar'a göndermesinin, tâbiiyet ve davet anlamında
olmadığını, bazı Türk devletlerinde de örneklerine rastlandığı üzere (Sümer,
1994: 49 n), bir dostluk alâmeti olarak değerlendirilebileceğini söylemektedir
(Turan, 1945: 312). Bununla beraber Baybars'ın gönderdiği okla, "bir dostluk
göstergesinden ziyade açıkça bir hâkimiyet iddiasında bulunduğunu" iddia edenler
de olmuştur. Bu iddiaya göre "Baybars, Memlûk devleti için stratejik ve ticarî
bakımdan çok önemli bir bölge olan Anadolu'da hâkimiyet tesis etmek istiyordu.
1261 sonbaharında, Moğollar tarafından da desteklenen kardeşi IV. Rüknü'd-dîn
Kılıç Arslan karşısında Antalya'ya çekilmeye mecbur olan II. İzzü'd-dîn Keykâvus'a
bir heyet göndererek onu Mısır'a davet etti ve kabul etmesi durumundan tahtına
ve ülkesine tekrar sahip olması için her türlü yardımı yapabileceğini vaat etti.
İzzü'd-dîn Keykâvus, başlangıçta bu teklife ilgisiz kaldı. Ancak durumun gittikçe
kötüleşmesi üzerine "Şayet Moğollara karşı kendisine yardım eder ve bu mücadelede
başarılı olurlarsa Âmid ve çevresindeki Selçuklu topraklarını Baybars'a vereceğini"
bildirdi. Ayrıca Memlûk emîrlerine dağıtılmak üzere, Sultan İzzü'd-dîn'in tuğrası
bulunan isim haneleri boş çok sayıda ıktâ fermanını da Baybars'a göndermişti.
Her ne kadar bu girişimler sonucu beklenen netice elde edilememiş ise de Baybars'ın
1272 tarihindeki sulh görüşmelerinde Samagar'a ok göndererek sulh için İslam
beldelerinden çekilmelerini istemesi, hatta 1277'deki Anadolu harekâtı bile
İzzü'd-dîn Keykâvus tarafından kendisine vaat edilen Anadolu topraklarında hak
iddiasının etkili olduğu söylenebilir (Özbek, 1992: 83-91).
Türkler arasında okun bir davet sembolü olarak kullanılışına
Türk filolojisinde rastlanır. Dîvânu Lugâti't-Türk'e ve eski Osmanlı Türkçesi
metinlerinde "okumak" mastarı bugünkü manasıyla birlikte "çağırmak, davet etmek"
ve "okuşmak" da "çağrışmak" manalarına gelmektedir. Türkler arasında yaygın
bir gelenek olarak düğün, dernek ve özel törenlere insanları davet etmekle görevlendirilen
kişilere "okuyucu" adının verilmesi de ok ile davet mefhumu arasındaki bağı
göstermesi bakımından önemlidir.17
2- Yayın Metbûluk ve Hâkimiyet Sembolü Olarak Kullanılması
Okla ilgili bu kayıtların yanında, metbûluk ve hâkimiyet
sembolü olan "yay"la ilgili de birçok bilgiye rastlanılmaktadır. Hâkimiyet alametlerinden
biri olarak kabul edilen yay, özellikle Selçuklular döneminde devletin sembolü
haline gelmiş, Selçuklu tuğralarında, çetr ve sikkelerinde kullanılmıştır. Kaynaklar
Tuğrul Bey'in yüksek bir tahtta oturduğunu, önünde muhteşem bir yay bulunduğunu
ve elinde oynamak alışkanlığında olduğu iki ok tuttuğunu kaydetmektedirler (Ebu'l-Ferec
1999: I, 299). Dandanakan Savaşı'ndan sonra komşu ülkelere ve Abbasî Halifesine
gönderilen fetihname ve mektupların başında da tuğra olarak çekilmiş ok ve yay
işaretleri bulunmaktadır (Ebu'l-Ferec 1999: I, 298; Turan, 1993: 106). Büveyhî
tehdidi karşısında 1055 (447) yazında Bağdat'a davet edilen Tuğrul Bey'in Halîfe'ye
gönderdiği mektubun başında ok ve yay işaretlerini havi tuğrası dikkat çekmektedir.18
Yine Tuğrul Bey'in, "meşru hükümdar, Müslümanların sığınıcısı ve Rüknü'd-dîn"
unvanlarını aldıktan sonra mührünün üzerine hakkettirdiği bilinmektedir ki (Ebu'l-Ferec
1999: I, 305), sonradan tuğra denilecek bu yay işaretinin, halifeden alınan
unvanlardan sonra tek başına kullanılması dikkat çekicidir.
Kirman Selçuklu hükümdarı Kavurt'un misal beratları (emirnâme)
üzerindeki tuğrasının ok, yay ve ayrıca küçük bir yay şeklinde olduğu, çetrinin
üzerinde de tıpkı Büyük Selçuklularda olduğu gibi ok ve yay işaretinin bulunduğu
bilinmektedir (Turan, 1988: 23-24.; Turan, 1993: 255; Kafesoğlu, 1992: 77).
Kavurt, yaptırdığı binalar üzerine de tuğrasını nakşettirmiştir (Turan, 1993:
255). Sultan Sencer döneminde de tuğranın bir kavs (yay) çizmekten ibaret olduğu19,
tuğra kavsinin altında ve üstünde ise "bismi'l-lâhi tevekkeltü alâ'l-lâhi (
بسم الله توكات على الله)" yazıldığı kaydedilmektedir (el-Bundârî, 1999: 155; Turan
1988: 24).
Yayın Selçuklular döneminde hâkimiyet alâmeti olarak kullanılmasının
görüldüğü bir başka örnek de 1049-50 yıllarında Selçuklu Devletiyle Bizans arasında
gerçekleşen barış görüşmeleri sırasında Bizans İmparatorunun bir dostluk nişanesi
olarak İstanbul'da tamir ettirdiği caminin mihrabına ok ve yay işaretleri kazıtmasıdır.
Balkanlarda Turak idaresinde başlayan Peçenek istilası dolayısıyla Selçuklularla
anlaşmak zorunda kalan İmparator Konstantin, önceleri Bizans'a bağlı iken şimdi
Selçukluların tâbiisi durumunda olan Diyarbakır'daki Mervânî Emîri Nasırü'd-devle'nin
aracılığı ile barış teşebbüsüne girişmiştir. Tuğrul Bey bu teklifi kabul edince
Bizans elçisi G. Drosos ile Nasırü'd-devle'nin adamı Şeyhü'l-İslam Ebu Abdullah
bin Mervân Selçuk payitahtına gitmiştir.20 Sultan Bizans elçisini
kabul edip fidye almaksızın Liparit'i İmparatora iade etmiş ve sulh müzakerelerini
yapmak ve muahedeyi akdetmek üzere halifenin akrabasından Şerif Nasır bin İsmail
başkanlığındaki bir heyeti 441 (1049/1050)'de İstanbul'a göndermiştir. İşte
bu münasebetle cereyan eden müzakerelerin neticesi ve muahede hakkında bildiğimize
göre, Emevîler zamanında, Mesleme bin Abdülmelik tarafından İstanbul'da inşa
olunan21 cami ve minaresi İmparator tarafından tamir edilmiş, içine
kandiller asılmış ve müstahdemlerine de maaş tahsis edilmiştir. Ayrıca Şiî Fâtımî
halifesi adına okunmakta olan hutbe kesilerek Abbasî halifesi ve Tuğrul Bey
adına çevrilmiş ve caminin mihrabına Tuğrul Bey'in ok ve yay işaretlerini havi
tuğrası konulmuştur (İbnü'l-Esîr, 1415/1995: VIII, 362; 1985-1987, X, : 43);
en-Nüveyrî, 1405/1985: XXVI, 286; Turan, 1993: 123-124.; Turan, 1945: 315.;
Köprülü, 1992: 407).
Büyük Selçuklu tuğralarında eski bir Türk ananesi olarak
kullanılmış olan ok ve yay, zamanla yerini İslâmî motiflere bırakmıştır. Zira
ilk Selçuklu Sultanlarından sonra ok ve yay unsurlarını ihtiva eden bir tuğraya
rastlanılmazken, bunun yerine İslâm ananesine uygun birtakım tevkiler dikkat
çekmektedir. Osman Turan, Türkiye Selçukluları döneminde de tuğranın başlangıçta
ok ve yay işaretlerini ihtiva etmekle beraber, elimize ulaşan belgelerde buna
tesadüf edilmediğini söylemekte ve İbn Bîbî'de geçen "hilâlin, 'saltanat tuğrasının
yayı gibi' göğün bir köşesinden göründüğü" (İbn Bîbî, 1956: 407) ifadesini edebî
bir ananenin devamı olarak değerlendirmektedir (Turan, 1988: 25). Bununla beraber
Büyük Selçukluların resmî vesikalarında kullandıkları ok ve yay işaretlerine,
Türkiye Selçuklu dönemi vesikalarında rastlanmaz. Fakat özellikle Osmanlı tuğraları
incelendiğinde, Sultan isimlerinin şekil itibarıyla yay ve oka benzetilmek suretiyle
yazıldığı görülmektedir (Turan, 1993: 106; Güven, 1995: 14; Kahraman, 1995:
240-241).
Yayın Selçuklu Sultanları tarafından bir aksesuar olarak
kullanıldığına dair de örnekler mevcut olup, bu ameliyatın da yayın bir hâkimiyet
alameti olarak kabul edilmesinden kaynaklanması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim
Nişâbur'un ele geçirilmesinden sonra şehre giren Tuğrul Bey, iple koluna asılı
bir yay ve göğsünde bulunan üç ok ile tasvir edilmiştir (Köymen, 2000: 264;
Kafesoğlu, 1992: 17). Bir başka kaynakta ise Tuğrul Bey'in yüksek bir tahtta
oturduğu, önünde muhteşem bir yay bulunduğu ve elinde oynamak itiyadında olduğu
iki ok tuttuğu kaydedilmektedir (Ebu'l-Ferec, 1999: I, 299). Türkiye Selçukluları
dönemine ait bir kayıtta da Sultan I. İzzü'd-dîn Keykâvus'un Antalya'nın fethinden
sonra "Keykâvus kemerini kuşanıp, başına padişahlık külahını (keyânî külah)
koyup, koluna yiğitlik yayını takarak" şehre girdiği söylenmektedir ki (İbn
Bîbî,1956: 145) bu kayıt, Tuğrul Bey'in Nişâbur'a girişine benzemesi ve bu suretle
devlet ve hâkimiyet ananelerinin devamını göstermesi bakımından önemli bir örnektir.
Aynı tasvire Dede Korkut hikâyelerinde de rastlanmaktadır.22
Bunların dışında Tuğrul Bey'in, Halife'nin kızıyla evlenmesi
münasebetiyle düğün hatırası olarak bastırılan altın madalyonun da konumuzla
ilgisi bakımından oldukça önemlidir (H.455/M.1063). Bir yüzüne Halife'nin, diğer
yüzüne Tuğrul Bey'in adının yazıldığı bu madalyonun, her iki yüzünde de Tuğrul
Bey'in kabartma resmi, üzerinde ise ok ve yay işaretleri bulunmaktadır (Turan,
1993: 142).
Ok ve yay figürlerinin, hâkimiyet alametlerinden biri olan sikkeler üzerinde
de kullanıldığı görülmektedir (Alptekin, 1971: 440-441). Selçuklu Sultanlarının
değişik dönemlerde kestirdikleri sikkelerde, ok ve yay tasvirlerinin farklı
şekil ve motiflerle devam ettiği, zaman zaman ok ve yay figürlerinin yanına
unvan ve lakaplar gibi İslâmî öğelerin de eklendiği bilinmektedir. Sözgelimi
Türkiye Selçuklu Sultanı IV. Rüknü'd-dîn Kılıç Arslan'ın 647/1249'da Sivas'ta
bastırdığı sikkesinde, elinde ok ve yay tutan bir süvari ve başı hizasında bir
hilal tasviri bulunmaktadır (İsmail Galib, 1309: 63).
Mahiyet itibarıyla yukarıda verdiğimiz örneklerden farklı
olmakla beraber, isyan eden veya taht için tehlike oluşturan hanedan mensuplarının,
yay kirişi kullanılmak suretiyle öldürülmesi de üzerinde durulması gereken bir
konudur. Bilindiği üzere Türk hâkimiyet anlayışına göre Türk Kağanı, insanları
idare etmek üzere Tanrı tarafından gönderilmiş ve Tanrı tarafından kendisine
bahşedilen "kut" ile donatılmıştır. Buna göre hâkimiyetin menşei ilahîdir ve
Türk Kağanı, Gök-Tanrının yeryüzündeki temsilcisi durumundadır. Kağan, kut ile
verilmiş olan otorite ve hâkimiyetin gözle görülen cismanî bir sembolü halindedir.
Kanun ve törenin tatbik sahası bulabilmesi ise kut'a, yani siyasî iktidara bağlıdır.
Kut'un doğuştan verilip verilmediği tartışma konusu olmakla beraber yalnızca
Tanrı tarafından belirlenmiş soyda olduğu kabul edilir. Dolayısıyla kut'lu ailenin
bütün mensupları, bu kutlu kanı taşırlar.23
Bu durum, devleti idare yetkisini belli bir şahsa değil,
bütün aileye teşmil kıldığından, "ülüş" prensibini beraberinde getirmiş ve her
hanedan üyesine, "sonucuna katlanmak şartıyla" kağan olma veya mevcut kağanın
yerine geçme hakkı tanımıştır. İşte bu yüzden Türk devletlerinde taht kavgaları
eksik olmamış ve hanedan üyelerinin idamlarıyla neticelenen birçok hadise yaşanmıştır
(Köprülü, 1944: 4-9; Taneri, 1993: 46.; Mumcu, 1985: 186 vd.; İnalcık, 1959:
73) ki bu idamlarda hanedan azasının kanının dökülmemesi prensibi esas olup24
hanedan üyeleri yay kirişiyle boğulmak suretiyle idam edilmişlerdir (Köprülü,
1944: 1-9). Aynı âdetin Moğollarda da cari olduğu bilinmektedir (Aknerli Grigor,
1954: 31).
Orta Asya Türk devletlerinde, hanedan üyelerinin idamı, ağır
bir suç işlemedikleri yani taht iddiacısı olarak ortaya çıkıp isyan etmedikleri
takdirde doğru görülmemiştir.25 Bu durum Büyük Selçuklu Devleti'nde
de böyle olmuş (Arık, 1999: 43-93), İbrahim Yınal26 ve Kavurt27
gibi hanedan üyeleri, mevcut Sultan'a karşı fiili hareketleri sonrasında yay
kirişiyle boğulmak suretiyle idam edilmişlerdir. Türkiye Selçuklularından itibaren
ise yeni bir uygulama, "suçu sabit olmadan, yani henüz mevcut Sultan'a karşı
herhangi bir isyan hareketine girişmemesine rağmen, taht için bir tehlike teşkil
ettiği" gerekçesiyle hanedan üyelerinin öldürülmesi uygulaması başlamıştır.
1116'da Türkiye Selçuklu tahtına çıkan I. Mesûd, daha önce gözlerine mil çekilen,
ancak tam olarak kör olmadığı anlaşılan Şahinşâh (Melikşâh)'ı yay kirişi ile
boğdurtmuştur (Turan, 2000: 160.; Kesik, 2003: 34.; Arık, 1999: 81.). Sultan
I. Mesûd'un oğlu olan Sultan II. Kılıç Arslan da tahta geçtikten sonra, kendisine
karşı herhangi bir saltanat mücadelesine girişmediği halde kardeşi Devlet (Dolat)'i
boğdurtmuştur (1155).28 Aynı hükümdar daha sonra da taht mücadelesine
giren en küçük kardeşi Şahinşâh'ın yanında bulunan oğullarından birisini kılıçla
öldürülmüş ve parçalanan cesedini de yaktırarak babasına gönderilmiştir. Bu
ikinci idamda teamülün dışına çıkılması, yani bu şehzadenin yay kirişi ile boğulmak
suretiyle değil kılıçla öldürülmesi, dolayısıyla kanının akıtılmış olması dikkat
çekicidir (Ebu'l-Ferec, 1999: II, 410). Türkiye Selçuklularında II. Gıyâsü'd-dîn
Keyhüsrev29 ve Moğol vesayeti döneminde30 de örnekleri
görülen bu uygulamaya, Osmanlı Devleti'nde de rastlanmaktadır.31
Sonuç
İnsanlar çevrelerindeki nesneleri ilgi alanlarına girdikleri
kadarıyla görürler. Hayat tavırlarını çizen ve sınırlayan şartlar, realiteyi
o bakış açısından görüp yorumlamalarına yol açar. Hayat tarzına yabancı ve aykırı
her şeye karşı ilgisiz, hatta kördürler. Nesne ilgi alanında ise, hele 'hayatî'
bir önem taşıyorsa bu defa ona bütün benliğiyle eğilir, onu biçimlendirip gereğince
kullanma çabası içinde kendi varlığını da yoğurup biçimlendirirler.
Bu açıdan bakıldığından Türklerle özdeşleşmiş olan ok ve
yayın, Türk düşüncesinde önemli bir yer etmiş olması gayet tabiidir. Türkler,
bu silahları önemli bir kültür öğesi olarak kabul etmiş ve bunlar etrafında
birtakım teamüller oluşturarak siyasî ve hukukî sembol olarak kullanmışlardır.
Okun yaya tâbi olması veya yayın oku sevk ve idare etmesinden hareketle yay
hâkimiyet veya hükümdar ile ok ise tâbiiyet veya tâbiler ile özdeşleştirilmiş
ve her ikisi birlikte devleti ifade bir alâmet olarak benimsenmiştir.
Açıklamalar
-
"Okçu Millet" tabiri Aknerli Grigor'un, 1271
tarihinde yazdığı Moğol tarihinin adıdır. Ancak sözkonusu tabirin
Türkler için de kullanıldığı görülmektedir. (Aknerli Grigor, History
of the Nation of Archers, (Türkçe terc., Okçu Milletin Tarihi,
(Çev. Hırant D. Andreasyan), İÜEF Yay., İstanbul 1954., s.1 n.)
-
Ok ve yay yapımı, teknik özellikleri ve Türkler tarafından
kullanımı hakkında geniş bilgi için bkz.; Erkan Göksu, Türk Kültüründe
Silah, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2008., s.128-198.
-
Türk kültüründe ve siyasî geleneğinde sağ ve sol kol
mefhumları için bkz., Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları,
TDAV Yay., İstanbul 1988, s.439-440.
-
Aynı inanç Moğollarda da görülmektedir (B. Y. Vladimirtsov,
Moğolların İçtimai Teşkilatı-Moğol Göçebe Feodalizmi, (Çev.
Abdulkadir İnan), TTK. Yay., Ankara 1995., s.34, 150, 153, 173, 181, 183,
204.)
-
"Okun Hunlar zamanında kabile taksimlerinde kullanılması,
şüphesiz, hükümdara tâbi olan boylara bir haber ve davet, bir tâbiiyet sembolü
olarak ok gönderilmesinin bir neticesi olacağından, bu telâkkinin menşeini
Türk tarihinin çok eski devirlerine kadar çıkarmanın mümkün olduğu söylenebilir."
(Turan, a.g.m., s.308.).
-
On-ok Budun ifadesi her üç kitabede de oldukça sık geçmektedir.
Mesela, Kül Tigin Abidesi, Güney Cephesi, satır.12.; Kuzey Cephesi,
satır.13; Bilge Kağan Abidesi, Doğu Cephesi, satır.16.;
Bilge Kağan Abidesi, Kuzey Cephesi, satır.15.; Tonyukuk Abidesi,
Birinci Taş, Kuzey Cephesi, satır.9, İkinci Taş, Batı Cephesi, satır.7.
-
Bilge Kağan Abidesi, Doğu Cephesi, satır.28.
-
Tâbiiyyet hukukunun, Ortaçağ İslâm devletlerinde tezahür
eden en önemli şart ve mükellefiyetleri, yıllık haraç vermek, metbû' hükümdar
adına hutbe okutmak ve metbû' hükümdar asına sikke darp ettirmektir. Bunların
dışında, metbû' hükümdar "sultan" unvanını taşırken, tâbi hükümdarın "melik"
unvanını kullanması, metbû' hükümdarın sarayının kapısında günde beş nevbet
çalınırken, tâbi hükümdarın üç nevbetle yetinmesi, metbû' hükümdar nezdinde
hükümdar soyundan ve ekseriya tâbi hükümdarın oğullarından rehineler bulundurulması
gibi hususlar da klasik tabiiyet alâmetlerinden kabul edilmiştir. Buna mukabil
her tâbi hükümdar, metbû' hükümdarın menfaatlerini haleldar etmemek kayıt
ve şartıyla iç ve dış işlerinde tamamıyla müstakil olup, üçüncü bir devletle
harp veya sulh yapmakta, elçiler gönderip, elçiler kabul etmekte serbesttir.
Şu halde, tâbi hükümdar, tâbi devlet hudutları içinde hükümranlık haklarına
sahiptir. Yalnız bu hak ve salâhiyetler, metbû' hükümdarın, her istediği
zaman tâbi devlet sınırlarını aşamayacağı mânasına gelmez. Hatta metbû'
hükümdar bu hususta sebep göstermeğe de mecbur değildir. Diğer taraftan,
herhangi iç ve dış mesele dolayısıyla müşkül duruma düşmüş olan tâbi hükümdar,
yardım istediği takdirde, metbû' hükümdar onun yardımına koşmak zorundadır.
Bu da metbû' hükümdarın mükellefiyetini teşkil eder. Ayrıca tâbi (vassal)
hükümdarların da tıpkı metbû' hükümdarlar gibi, maddî ve manevî hâkimiyet
sembolleri olduğu bilinmektedir (Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri
Türk Tarihi, TTK Yay., Ankara 1993, s.97-98.)
-
Osman Turan bu bilgiyi meşhur Türk kumandanı Aşnas/Eşnas'ın
torunu Mehmed'den aldığını belirten İbnü'n-Nedîm'den nakletmiştir (Osman
Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1993.,
s.420.).
-
Bu hadise hakkında bilgi veren kaynaklarda bazı farklılıklar
mevcuttur. Bunlar için bkz. Beyhakî (Ebu'l-Fazl Muhammed b. Hüseyin Beyhakî),
Tarih-i Beyhakî, II, (Neşr. Said Nefîsî), Tahran 1352., s.876-877.;
Reşîdü'd-dîn Fazlullâh, Câmi'ü't-Tevârîh, II. Cilt 5. Cüz (Selçuklular
Kısmı), (Neşr. Ahmet Ateş), TTK Yay., Ankara 1999., s.8-9.; er-Râvendî (Muhammed
b. Ali b. Süleyman er-Râvendî), Kitâb-ı Râhatü's-Sudûr ve Âyetü's-Sürûr,
(Neşr. Muhammed İkbâl-Tashîhât-ı lâzım. Müctebâ Meynovî), Tahran 1333.,
s.89-90., (Türkçe terc., Ahmet Ateş), II, TTK Yay., Ankara 1999., s.88.);
Kerîmüd-dîn Mahmud Aksarayî, Müsâmeretü'l-Ahbâr, (Neşr. Osman Turan),
TTK Yay., Ankara 1999., s.12. (Türkçe terc., Mürsel Öztürk), TTK Yay. Ankara
2000., s.7-8.); Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Târîh-i Güzîde, (Neşr.
Abdu'l-Hüseyin Nevâ'î), Tahran 1362., s.427.
-
Metinde geçen "sehm" kelimesi Arapça'da "ok" anlamına
gelmekle beraber, Farsça'da da "korku, dehşet" anlamındadır. Ahmet Ateş,
buradaki "sehm" kelimesini Farsça anlamına göre yani "Sultan onu korkutacak
haber gönderdi" şeklinde tercüme etmiştir (Türkçe terc., I., s.170.). Ancak
vaktiyle Osman Turan'ın da işaret ettiği gibi (Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslam Medeniyeti, s.244.) Sultan Sencer'in isyan eden vasalına
özellikle eski Türk devletlerinde cari olan bir ananeyi hatırlatmak üzere
ok göndermesi ve bu suretiyle Hârezmşâh Atsız'ı ikaz ettiği gibi tâbiiyete
davet etmiş olması da mümkündür.
-
Tuğrul Bey Nişâbur'a başının üzerindeki kırmızı çetriyle
girmişti (Beyhakî, II, s.904.).
-
Bazı kaynaklarda özellikle çini sanatında kullanılan
"Hârezm kırmızısı" veya "Ürgenç'e özgü bir kırmızı" renkten bahsedilir (Yu.
Yakubovskiy, Altın Orda ve Çöküşü, (Çev. Hasan Eren), Kültür
Bak. Yay., Ankara 1976., s.150.). [Acaba "Hârezm kırmızısı" ile Celâleddin
Hârezmşâh'ın kırmızı okları arasında bir bağlantı kurulabilir mi?]
-
Ok ve yayın yanında kîş u kırbân da bulunmaktaydı (İbn
Bîbî, s.597.).
-
Turan, II. Gıyâsü'd-dîn Keyhüsrev'e gönderilen hediyeler
arasında sadece yay olduğunu, II. İzzü'd-dîn Keykâvus'a gönderilen hediyeler
arasında ise hem ok hem de yay olduğunu söylemektedir ("Eski Türklerde Okun
Hukukî Bir Sembol Olarak Kullanılması", s.311.
-
Gerçekten de Batu Han'ın II. İzzü'd-dîn Keykâvus'a söz
konusu hediyeleri göndermesinden kısa bir süre sonra Sultan'ın huzuruna
peş peşe elçiler gelmeye başlamıştır. İbn Bîbî olayı şu şekilde kaydetmektedir:
"Bu geliş gidişlerde zamanın padişahlarının ve devrin yöneticilerinin hiçbirinin,
Rum Sultan'ının bir başkasının hükmünün mahkûmu olması, ona emir verip yanına
çağırması gibi gelen aklından geçmeyeceği şeyler oldu. Can damağına acı
şarap gibi gelen bu görülmemiş durum karşısında Sahib Kadı İzzedin, makul
özürler ileri sürerek elçileri türlü hediye ve ikramlarla geri gönderiyor,
fakat onun ileri sürdüğü özürler Kaan'ın huzurunda kabul görmüyordu. Haberciler
ve elçiler yeniden peş peşe yola çıkıyorlar, onların ısrarları ve isteklerinin
ardı arkası kesilmiyordu." (İbn Bîbî, s.604. (Türkçe terc., II, 133.)
-
Geniş bilgi için bkz., Ünal Zal, "Türk Kültüründe "Ok"ların
Taşıdığı Anlamlar ve "Okumak" Fiilinin Ortaya Çıkışı Üzerine", Türk Dünyası
Araştırmaları Dergisi (TDAD), Sayı:167, Mart-Nisan (2007), s.69-82.
[Bu makalede (s.70-74), bizim 2004 yılında hazırladığımız, "Türk Kültüründe
Silah" adlı yüksek lisans tezinden (s.111-116) geniş alıntılar yapılmış,
ancak sözkonusu tezin sadece adı zikredilerek, sayfa numaraları dahi belirtilmemiştir.
Adı geçen yüksek lisans tezinin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş hâli,
2008 yılında Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanmıştır.]
-
Tuğrul Bey bu mektupta "Hazret-i Muhammed'e hizmetle
şeref kazanmak, takdis edilmek ve bizzat hacca giderek yolları açmak, âsileri
tenkil eylemek ve Mısır-Suriye şaşkınları (Şiî Fâtımîler) ile savaşmak arzusunda"
bulunduğunu belirtmiş ve yine Bağdat'a girmek için müsaade istemek suretiyle
Halifeye saygı ve nezaketini göstermiştir (Turan, a.g.e., s.132.).
-
el-Bundârî'deki kayıtta tuğraî mansıbı verilen Abdurrahim
adlı birinin yapacağı işten bahsedilirken "...bu yalnız kavis (yay) şeklinde
olan hattı çizmekten ibarettir" denmektedir (el-Bundârî (Feth b. Ali b.
Muhammed el-Bundârî), Zübdetü'n-Nusre ve Nuhbetü'l-Usre, (Terc. Kıvameddin
Burslan), Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara
1999., s.85.).
-
Osman Turan'ın verdiği bilgiye göre İmparator bu elçileri,
Liparit'in fidyesi ile birlikte, "eski devirlerde misli görülmemiş" miktar
ve kıymette hediyelerle göndermiştir. İbnü'l-Esîr, Zehebî ve Ebu'l-Ferec
bunların sayı ve cinsini de bildirmektedir: 1.000 top ipek (dîbâ) kumaş,
500 çeşit ağır elbise, 500 at ve katır, 300 Mısır eşeği, 1.000 öküz ve kıl
keçi, 100 gümüş kap, 200.000 dinar (altın) para. (Toplu bilgi için bkz.,
Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s.124.)
-
Ömer b. Abdulaziz'in yeğeni olan Mesleme b. Abdulmelik,
H/99'da İstanbul'u kuşatmış ve Bizanslılarla yaptığı barış antlaşması gereği
Galata'daki Arab Camini yaptırmıştır.
-
"Dedem Korkut himmet kılıcın biline bağladı, çomağı
omuzına bırakdı, yay karusına (koluna, pazusuna) kiçürdi." Dede Korkut
Kitabı (Metin Sözlük), (Haz. Muharrem Ergin), TKAE Yay., Ankara 1964.,
s.93.
-
"Kut", "ülüş" ve Türk hâkimiyet telakkisi hakkında birçok
çalışma yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Bahaeddin Ögel, Türklerde
Devlet Anlayışı, Ankara, 1982.; A. Alföndi, "Türklerde Çifte Krallık",
II. Türk Tarih Kongresi Zabıtları (20-25 Eylül 1937), İstanbul 1943.,
s. 507-519.; Abdulkadir İnan, "Orun ve Ülüş Meselesi", Makaleler ve İncelemeler,
I, Ankara, 1988., s.241-254.; Abdulkadir Donuk, "Türk Devletinde Hakimiyet
Anlayışı", TED, Sayı.10-11 (1981), s.29-56.; Abdulkadir Donuk, "Eski
Türklerde Hükümdarın Vazifeleri ve Vasıfları", TDA, Sayı.17 (Nisan
1982), s. 103-152.; Masao Mori, "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletlerinin
Teşkilâtı", TED, Sayı.9 (İstanbul), s.209-226.; Genç, Karahanlı
Devlet Teşkilâtı, s.33-75.; Mahmut Arslan, "Eski Türk Devlet Anlayışı
ve Çifte Hükümdarlık Meselesi", Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin
Meseleleri Kolokyumu, Elazığ, 1990, s.223-242; Ali Güler, "Türklerde
Devlet ve Siyasî Otorite Kavramı", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
Sayı.24, (1987), s.16-22.; Harun Güngör, "Uygur Kağan Unvanlarında Kün ve
Ay Tenri Kavramlarının Kullanılışı", XI. Türk Tarih Kongresi, II,
Ankara 1994., s.511-519; Dursun Yıldırım, "Köktürklerde Kağanlık Süreci;
Kaldırma, Kötürme, Oturma", XI. Türk Tarih Kongresi, II, Ankara 1991,
s. 519-530.; Halil İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk
Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi", AÜ SBFD, XIV, (Mart
1959), s.69-77.; Halil İnalcık, "Kutadgu Bilig'de Türk ve İran Siyaset Nazariye
ve Gelenekleri", Reşit Rahmeti Arat İçin, TKAE Yay., Ankara 1966,
s.259-271.; Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri,
s. 145-154.; Aynı yazar, "Orta zaman Türk Hukukî Müesseseleri", Belleten,
II/5-6, (1938), s.39-72.; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl,
Ankara 1985.; Mehmet Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, İstanbul 1993.;
Nevzat Köseoğlu, Devlet, İstanbul, 1997.
-
Kadim İran'da da örneklerine rastlanan bu uygulamayı
M. Fuat Köprülü "kutsal kabul edilen hükümdar ailesinin kanının da kutsal
addedilmesine" bağlar. Halil İnalcık ise bu durumun "ilkel kavimlerde görülen
kan tabusu"yla ilişkisine dikkat çeker (İnalcık, a.g.m., s.91 n.). Jean-Paul
Roux'a göre de "Türkler için kanın çok değerli olup, her ne kadar savaşta
kan dökerek ölmeyi yiğitlik olarak algılasalar da kendi kanlarının akıtılmasından
endişelendiklerini, kendi akrabalarının kanlarının akıtılmasından ise nefret
ettiklerini" söylemektedir (Jean-Paul Roux, Altay Türklerinde
Ölüm, (Çev. Aykut Kazancıgil), İstanbul 1999., s.75.).
-
Çin kaynakları, Türklerde her türlü isyanın cezasının
ölüm olduğunu yazarlar (Taşağıl, Gök-Türkler, I, s.98, 112.). Moğollarda
ise hanedan üyelerinin, doğrudan tahta karşı bir harekette bulunmalarına
rağmen, bu teşebbüse ortak olanlar idam edildiği halde, hanedan üyesi olanların
öldürülmediklerine dair örnekler vardır. Mesela Möngke'ye karşı harekete
girişen Şiremön ve Gazan'a karşı isyan eden Alafrenk, suç ortakları katledildiği
halde öldürülmemişlerdir (Bertold Spuler, İran Moğolları, (Çev. Cemal Köprülü),
TTK Yay., Ankara 1987., s.57, 117.; Ebu'l-Ferec, II, 457.; Mumcu, a.g.e.,
s.188.).
-
Tuğrul Beye karşı ayaklanan İbrahim Yınal, 1059 yılında
Rey civarında yapılan savaşta yenilmiş ve yay kirişi ile boğdurulmak suretiyle
idam edilmiştir. Bu savaşta ele geçen ve Yınal'ın kardeşi Ertaş'ın oğulları
olan Ahmed ve Mehmed de aynı akıbete maruz kalmışlardır (İbnü'l-Esîr, VIII,
s.345., (Türkçe terc., IX, s.489.); el-Bundârî, s.14.; er-Râvendî, s.107.,
(Türkçe terc., I, s.106.); Sadru'd-dîn Ebu'l-Hasan Ali İbn Nâsır Ali el-Hüseynî,
Ahbârü'd-Devleti's-Selçukiyye, (Türkçe terc., Necati Lügal), TTK
Yay., Ankara 1999., s.14; Ebu'l-Ferec, I, s.313.; en-Nüveyrî, XXVI, s.296.)
-
Kavurt önce kardeşi Alp Arslan'a karşı iki defa ayaklanmış,
ilkinde Alp Arslan tarafından affedilmiş, ikincide ise Alp Arslan'ı uzun
müddet meşgul etmekle beraber bertaraf edilmesi mümkün olmamıştır. Melikşâh'ın
tahta geçmesi üzerine Kirman meliki olan Kavurt tekrar harekete geçmiştir.
Rey'i ele geçirip kendi Sultanlığını ilan etmek isteyen Kavurt, 1073 tarihinde
Hemedan civarında yapılan savaşta yenilmiş ve kendi yayının kirişiyle boğdurulmuştur
(İbnü'l-Esîr, VIII, s.396, (Türkçe terc., X, s.82.); el-Bundârî, s.49.;
el-Hüseynî, s.40.; Sıbt İbnü'l-Cevzî, s.263.; Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî,
Târîh-i Güzîde, s.433.). er-Râvendî, Kavurt'un zehirlendiğini kaydediyor
(Râvendî, s.127., (Türkçe terc., I, s.125.)
-
Grigor "Kılıç Arslan'ın kendisinden daha güçlü olan Dolat'ın
Sultanlığına razı olmadığını zannedip korktuğunu ve bu yüzden onu bir ziyafet
ve sarhoşluk esnasında boğdurttu." demektedir (Urfalı Mateos Vekayi-namesi
(952-1136) ve Papaz Grigor'un Zeyli (1136-1162), (Türkçe terc. Hrant
D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer-Halil Yinanç), TTT Yay., Ankara
2000., s.313.)
-
Alâü'd-dîn Keykubâd'ın 1237'de ölümü üzerine veliahd
olarak atanan İzzü'd-dîn Kılıç Arslan'ı bertaraf ederek Türkiye Selçuklu
Devleti hükümdarı olan Sultan II. Gıyâsü'd-dîn Keyhüsrev, tahta çıktıktan
bir süre sonra babasının veliahd olarak atadığı üvey kardeşi İzzü'd-dîn
Kılıç Arslan'ı, onun kardeşi Rüknü'd-dîn'i ve bu iki şehzadenin annesi Eyyûbî
hükümdarı el-Melikü'l-Âdil'in kızı Gâziye Hatun'u yay kirişi ile boğdurmak
suretiyle idam ettirmiştir (İbn Bîbî, s.472-473., Arık, a.g.m., s.88-89.).
-
Sultan IV. Rüknü'd-dîn Kılıç Arslan'ın 1266 yılında Moğollar
tarafından aynı şekilde öldürüldüğü bilinmektedir. Sultan, Moğol emîrleriyle
beraber bulunduğu bir sırada Sultan'ın kemerinde asılı olan ve usta sanatkârların
her diyardan Sultan'a hediye olarak getirdikleri birkaç bıçak Moğol emîrlerinin
dikkatini çekmiş, bu bıçaklara bakmak için kınlarından çıkarmışlardır. Moğol
emîrleri bu bıçaklara sadece bakmakla kalmamış, onları kullanarak Sultan'ı
sıkıştırmışlar ve Pervâne Mu'înüd'd-dîn Süleyman'a iftira atıp tuzak kurmaya
çalışanları teslim etmesini istemişlerdir. Ardından Sultan'ı zehirleyerek
takatten kesilmesine sebep olmuşlar, bir süre sonra da yay kirişi ile boğmak
suretiyle öldürmüşlerdir (İbn Bîbî, s.647-649.; Nejat Kaymaz, Pervâne
Mu'înüd'd-dîn Süleyman, DTCF Yay., Ankara 1970., s.121.).
-
Türk hukuk tarihine "siyaseten katl" adıyla geçen ve
Osmanlı Devletinde Fatih Kanunnamesiyle yazılı hukuk kuralı haline getirilen
bu uygulamada da hanedan üyelerinin idamında yay kirişinin kullanıldığı
görülmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz, Mehmet Akman, Osmanlı Devletinde
Kardeş Katli, İstanbul, 1997; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten
Katl, Ankara, 1985; Halil İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü
ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi", AÜSBFD, XIV, (Mart 1959),
s.69-77.; Abdulkadir Özcan, "Fatih'in Teşkilât Kanunnamesi ve Nizam-ı Alem
İçin Kardeş Katli Meselesi", İÜEFTD, Sayı.33, İstanbul, 1982, s.7-57.
Kaynakça
- Akman, Mehmet (1997), Osmanlı Devletinde Kardeş Katli,
İstanbul.
- Aknerli Grigor (1954), History of the Nation of Archers, (Türkçe terc.,
Okçu Milletin Tarihi, (Çev. Hırant D. Andreasyan), İÜEF Yay., İstanbul.
- Aksarayî (Kerîmüd-dîn Mahmud Aksarayî), Müsâmeretü'l-Ahbâr (1999), (Neşr.
Osman Turan), TTK Yay., Ankara 1999.
- Alföndi, A. (1943), "Türklerde Çifte Krallık", II. Türk Tarih Kongresi Zabıtları
(20-25 Eylül 1937), İstanbul. (s. 507-519.)
- Alptekin, Coşkun (1971), "Selçuklu Paraları", Selçuklu Araştırmaları Dergisi
(Journal of Seljuk Studies), III'den ayrı basım, Güven Matbaası, Ankara.
- Arık, Feda Şamil (1999), "Türkiye Selçuklu Devleti'nde Siyaseten Katl (1075-1243)",
Belleten, LXIII/236. (s.43-93.)
- Arslan, Mahmut (1990), "Eski Türk Devlet Anlayışı ve Çifte Hükümdarlık Meselesi",
Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kolokyumu, Elazığ. (s.223-242.)
- Bang W.-R. Rahmeti (1936), Oğuz Kağan Destanı, (İÜEF Türk
Dili Semineri Neşriyatından), İstanbul.
- Barthold, W.-M. Fuad Köprülü (1977), İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyanet
İşleri Baş. Yay., Ankara.
- Beyhakî (Ebu'l-Fazl Muhammed b. Hüseyin Beyhakî) (1352), Tarih-i Beyhakî,
II, (Neşr. Said Nefîsî), Tahran.
- Dede Korkut Kitabı (1964), Haz. Muharrem Ergin, TKAE Yay., Ankara.
- Donuk, Abdulkadir (1982), "Eski Türklerde Hükümdarın Vazifeleri ve Vasıfları",
TDA, Sayı.17 (Nisan) (s.103-152.)
- Donuk, Abdulkadir, "Türk Devletinde Hâkimiyet Anlayışı", TED, Sayı.10-11
(1981), s.29-56.
- Ebu'l-Ferec (Bar Hebraus) (1999), Ebu'l-Ferec Tarihi, I, (Süryaniceden
İngilizceye Çev. Ernest A. Wallis Budge-İngilizceden Türkçeye Çev. Ömer Rıza Doğrul),
TTK Yay., Ankara.
- Ebu'l-Gazi Bahadır Han (ty), Şecere-i Terâkime (Türklerin Soy Kütüğü),
(Haz. Muharrem Ergin), Terc. 1001 Temel Eser, İstanbul.
- el-Bundârî (Feth b. Ali b. Muhammed el-Bundârî), Zübdetü'n-Nusre ve Nuhbetü'l-Usre
(1999), (Terc. Kıvameddin Burslan), Irak ve Horasan Selçukluları
Tarihi, Ankara.
- el-Hüseynî (Sadru'd-dîn Ebu'l-Hasan Ali İbn Nâsır Ali el-Hüseynî) (1999),
Ahbârü'd-Devleti's-Selçukiyye, (Türkçe terc., Necati Lügal), TTK Yay., Ankara.
- en-Nesevî (Şıhabü'd-dîn Ahmed en-Nesevî) (1934), Sîretu Sultan Celâlü'd-dîn
Mengübirtî, (Türkçe terc. Necip Asım), İstanbul.
- en-Nüveyrî, (Şıhabü'd-dîn Ahmed bin Abdü'l-vahhâb en-Nüveyrî) (1405/1985),
Nihâyetü'l-Ereb fî Fünûni'l-Edeb, XXVI, (Tahkîk. M. Fevzî el-Antîl), Kahire.
- er-Râvendî (Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî) (1333), Kitâb-ı Râhatü's-Sudûr
ve Âyetü's-Sürûr, (Neşr. Muhammed İkbâl-Tashîhât-ı lâzım. Müctebâ Meynovî),
Tahran 1333.
- Gabain, A. Von (2003), Eski Türkçenin Grameri, (Çev. Mehmet Akalın),
TDK Yay., Ankara.
- Genç, Reşat (2002), Karahanlı Devlet Teşkilatı, TTK Yay., Ankara.
- Giraud, René (1999), Göktürk İmparatorluğu, (Çev. İsmail Mangaltepe),
Ötüken Yay., İstanbul.
- Göksu, Erkan (2008), Türk Kültüründe Silah, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
- Gömeç, Saadettin (1997), Kök Türk Tarihi, TÜRKSOY Yay., Ankara.
- Güler, Ali (1987), "Türklerde Devlet ve Siyasî Otorite Kavramı", Belgelerle
Türk Tarihi Dergisi, Sayı.24. (s.16-22.)
- Güngör, Harun, "Uygur Kağan Unvanlarında Kün ve Ay Tenri Kavramlarının Kullanılışı",
XI. Türk Tarih Kongresi, II, Ankara 1994., s.511-519.
- Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî (1362), Târîh-i Güzîde, (Neşr. Abdu'l-Hüseyin
Nevâ'î), Tahran.
- İbn Bîbî (el-Hüseyin b. Muhammed b Ali el-Caferî er-Rugedî) (1956), el-Evâmirü'l-'Alâ'iye
fi'l-Umûri'l-'Alâ'iye, Tıpkı Basım, (Önsöz ve fihristi haz. Adnan Sadık Erzi),
TTK Yay., Ankara.
- İbnü'l-Esîr (1415-1995), el-Kâmil fi't-Târîh, VIII, (Tahkîk. Ebu'l-fidâ
Abdullah el-Kâdı), Beyrut.
- İbnü'l-Esîr (1963), et-Tarihü'l-Bâhir fi'd-Devleti'l-Atabekiyye bi'l-Mavsıl,
(Tahkîk: Abdulkadir Ahmed Tuleymat), Kahire.
- İnalcık, Halil (1966), "Kutadgu Bilig'de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri",
Reşit Rahmeti Arat İçin, TKAE Yay., Ankara. (s.259-271.)
- İnalcık, Halil (1959), "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hâkimiyet
Telakkisiyle İlgisi", AÜSBFD, XIV, (Mart). (s.69-77.)
- İnan, Abdulkadir (1998), "Orun ve Ülüş Meselesi", Makaleler ve İncelemeler,
I, TTK Yay., Ankara. (s.241-254.)
- İsmail Galib (1309), Takvîm-i Meskûkât-i Selçûkiyye, İstanbul.
- Kafesoğlu, İbrahim (1992), Selçuklu Tarihi, MEB Yay., İstanbul.
- Kahraman, Atıf (1995), Osmanlı Devleti'nde Spor, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara.
- Kaşgarlı Mahmud (1988), Dîvânu Lügâti't-Türk Tercümesi, (Çev.
Besim Atalay), I-IV, TDK Yay., Ankara.
- Kaymaz, Nejat (1970), Pervâne Mu'înüd'd-dîn Süleyman, DTCF Yay., Ankara.
- Kesik, Muharrem (2003), Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi
(1116-1155), TTK Yay., Ankara.
- Köprülü, Fuad (1944), "Türk ve Moğol Sülalelerinde Hanedan Azasının İdamında
Kan Dökme Memnuiyeti", Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I, Ankara.
- Köprülü, Fuad (1938), "Orta zaman Türk Hukukî Müesseseleri", Belleten,
II/5-6, (s.39-72.)
- Köprülü, M. Fuad (1992), "Bayrak", İA, II., İstanbul.
- Köseoğlu, Nevzat (1997), Devlet, İstanbul.
- Köymen, Mehmet Altay (2000), Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi I,
(Kuruluş Devri), TTK. Yay., Ankara.
- Köymen, Mehmet Altay (1933), Selçuklu Devri Türk Tarihi, TTK Yay., Ankara.
- Mori, Masao (1978), "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletlerinin Teşkilâtı",
TED, Sayı.9, İstanbul. (s.209-226.)
- Mumcu, Ahmet (1985), Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara.
- Niyazi, Mehmet (1993), Türk Devlet Felsefesi, İstanbul.
- Ögel, Bahaeddin (1991), Türk Kültür Tarihine Giriş, VI, Ankara.
- Ögel, Bahaeddin (1988), Türk Kültürünün Gelişme Çağları, TDAV Yay., İstanbul.
- Ögel, Bahaeddin (2003), Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları İle Destanlar),
I, TTK Yay., Ankara.
- Ögel,, Bahaeddin (1982), Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara.
- Özbay Güven (1995), "Türk Kültüründe Kaybolan Miraslarımızdan İstanbul Ok Meydanı
Spor Alanı", Toplumsal Tarih, Sayı.14, (Şubat)
- Özbek, Süleyman (1992), "Memlûk Sultan'ı Baybars'ın Anadolu'daki Moğol İdarecisi
Samagar Noyan'a Gönderdiği Ok", Askerî Tarih Bülteni, Yıl:17, Sayı.33 (Ağustos),
Ankara. (s.83-91).
- Özcan, Abdulkadir (1982), "Fatih'in Teşkilât Kanunnamesi ve Nizam-ı Âlem İçin
Kardeş Katli Meselesi", İÜEFTD, Sayı.33. (7-57.)
- Paşayev, Nazım-Valide Paşayeva (2002), "Eski Oğuzların İnanışları ve Mitolojik
Görüşleri", Türkler, III., Yeni Türkiye Yay., Ankara. (s.345-357.)
- Reşîdü'd-dîn Fazlullâh (1372), Câmi'ü't-Tevârîh, (Neşr. Behmen Kerîmî),
Tahran.
- Reşîdü'd-dîn Fazlullâh (1999), Câmi'ü't-Tevârîh, II. Cilt 5. Cüz (Selçuklular
Kısmı), (Neşr. Ahmet Ateş), TTK Yay., Ankara.
- Roux, Jean-Paul (1999), Altay Türklerinde Ölüm, (Çev. Aykut Kazancıgil),
İstanbul.
- Roux, Jean-Paul (1994), Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev. Aykut
Kazancıgil), İstanbul.
- Sıbt İbnü'l-Cevzî (1968), Mir'atü'z-Zaman fî Tarihi'l-A'yân, (Yayınlayan.
Ali Sevim), DTCF Yay., Ankara.
- Spuler, Bertold (1987), İran Moğolları, (Çev. Cemal Köprülü), TTK Yay., Ankara.
- Sümer, Faruk (1959), "Oğuzlar'a Ait Destanî Mahiyette Eserler", DTCFD,
XVII/3-4, Ankara (s.359-456.)
- Sümer, Faruk (1994), Eski Türklerde Şehircilik, TTK Yay., Ankara.
- Taneri, Aydın (1977), Celalu'd-din Hârezmşâh ve Zamanı, Ankara.
- Taneri, Aydın (1993), Hârezmşâhlar, Ankara.
- Taneri, Aydın (1993), Türk Kavramının Gelişimi, Ankara.
- Taşağıl, Ahmet (2003), Gök-Türkler, I, TTK Yay., Ankara.
- Taşağıl, Ahmet (1999), Gök-Türkler, II, TTK Yay., Ankara.
- Tekin, Talat (1998), Orhun Yazıtları, İstanbul.
- Thomsen, V. (2002), Orhun Yazıtları Araştırmaları, (Çeviren ve
Yayına Haz. Vedat Köken), TDK Yay., Ankara.
- Togan, Zeki Velidi (1971), Oğuz Destanı (Reşideddin Oğuznâmesi Tercüme
Tahlil), İstanbul.
- Turan, Osman (1945), "Eski Türklerde Okun Hukukî Bir Sembol Olarak Kullanılması",
Belleten, IX/35, (Temmuz) (s. 305-318.)
- Turan, Osman (1993), Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul.
- Turan, Osman (2002), Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul.
- Turan, Osman (1988), Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesîkalar,
(Metin, Tercüme ve Araştırmalar), TTK Yay., Ankara.
- Urfalı Mateos Vekayi-namesi (952-1136) ve Papaz Grigor'un Zeyli (1136-1162)
(2000), (Türkçe terc. Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer-Halil Yinanç),
TTT Yay., Ankara.
- Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (1988), Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal,
Ankara.
- Vladimirtsov, B. Y. (1995), Moğolların İçtimai Teşkilatı-Moğol Göçebe
Feodalizmi, (Çev. Abdulkadir İnan), TTK. Yay., Ankara.
- Yakubovskiy, Yu. (1976), Altın Orda ve Çöküşü, (Çev. Hasan Eren),
Kültür Bak. Yay., Ankara.
- Yıldırım, Dursun (1991), "Köktürklerde Kağanlık Süreci; Kaldırma, Kötürme, Oturma",
XI. Türk Tarih Kongresi, II, Ankara. (s. 519-530.)
- Zal, Ünal (2007), "Türk Kültüründe "Ok"ların Taşıdığı Anlamlar ve "Okumak" Fiilinin
Ortaya Çıkışı Üzerine", Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi (TDAD), Sayı:167,
Mart-Nisan. (s.69-82.)
| |